‘Felsefe hep yolda olmaktır’ sözü ne anlama gelir?

‘Felsefe hep yolda olmaktır’ sözü ne anlama gelir?
YOLCU YOLUNDA GEREK

Besim F. Dellaloğlu
Doç. Dr.
Galatasaray Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü

Felsefeye yönelik en önemli sorulardan biri, felsefenin ne olduğu sorusudur. Aslında her insan etkinliğine yönelik olarak sorulabilecek bir sorudur bu.

Ancak, diğer insan etkinliklerine yönelik “nedir?” sorusu, sanki soran özne açısından daha güvenli bir konumdan sorulmuştur. Soran öznenin sorduğu soruya alacağı yanıt hakkında çok az da olsa bir ön tasarımı vardır. Felsefenin neliği sorusu ise tam bir girdaptır. Felsefe, her şeyden önce “Felsefe nedir?” sorusuna yanıt aramaktır. Yani, felsefenin, bir etkinlik (kimilerine göre bir disiplin) olarak en önemli teması, kendisinin ne olduğu sorusuna yanıt aramaktır. Bu aslında, bir anlamda, paradoksaldır. Kendisi hakkında kesin bir yargıya henüz ulaşamamış bir özne, ötekiler hakkında nasıl değerlendirme yapabilir? Modern düşünce, özne ile nesnenin kategorik ayrımına dayanır. Yani özne nesneden bağımsız olarak, nesne de özneden bağımsız olarak tanımlıdırlar. Bu bir anlamda öznenin ve nesnenin her birinin kendisiyle özdeş olduğunu varsaymaktır. Felsefe ise henüz kendisiyle özdeşleşmemiştir çünkü kendisinin tam olarak ne olduğunu bilmemektedir. Modern düşünce açısından bakıldığında, bu durum paradoksal olarak kalmaz aynı zamanda patolojik bir durum olarak da görülür. Özneyi oluşturan en önemli nitelik kendilik bilincidir. Hatta kendilik bilincini oluşturamamış biri, özne olarak tanımlanamaz. Bu açıdan, felsefe paradoksal ve hatta patolojik bir etkinliktir. Modern öznenin, kendi dışındaki tüm dünyayı değerlendirirken kullandığı temel referans kendisidir. Felsefenin ise böylesine bir kendilik bilinci yoktur.

Felsefenin tanımı, metaforik olmakla yazgılıdır. Felsefenin ne olduğu sorusu ancak temsili olarak yanıtlanabilir. Temsil öz değildir ama onu ancak temsil eder. Her özün farklı temsilleri mümkündür. Ayrıca her temsil özden bir parça taşır. Dolayısıyla her temsil, temsil ettikleri özün hem kendisidir (çünkü ondan bir parça taşır) hem değildir (çünkü onunla özdeş değildir). Felsefenin ne olduğu sorusuna yönelik olarak düşünce tarihinde bir çok yanıt verilmiştir. Bu tanımların hepsi eksiktir ama aynı zamanda onlar felsefeyi varlık kazandırırlar çünkü felsefe, felsefenin ne olduğunu aramaktır. “Felsefe aslında bir sıla hasretidir; her yerde evde olma arzusudur.” Novalis’in bu sözü felsefeyi en iyi niteleyen sözlerden biridir. Jaspers de , belki de Novalis’e karşılık vermek için, “Felsefe yolda olmaktır” demiştir. Heidegger ise şöyle der: “Eve dönüş ötekiliğe geçiştir.” Wolfe ise Heidegger ile aynı fikirde gibidir: “Eve yeniden gidemezsiniz.” Lukacs da sorunu şöyle çözer: “Yola çıkılmıştır, yolculuk bitmiştir.”

Tüm bu sözlerde ortak olarak kullanılan iki temel metafor vardır. Bunlar “ev” ve “yol”dur. Ev, sanki sabit olmayı, kalıcılığı, sistematikliği, mutlaklığı ima eder. Yol ise, hareketi, değişkenliği, düzensizliği, macerayı imler. Kimilerine göre yol iki ev arasındaki mesafedir. Yol, eve ulaşmak için katlanılması gereken bir geçici durumdur. Hatta bu iki kavram, yine metaforik olarak, çelişki ve uyum ile de ilişkilendirilebilir. Diyalektik denince ilk akla gelen kavramlar, tez, antitez ve sentezdir. Ve bunlar diyalektiğin aşamaları olarak bilinir. Oysa ki aslında, diyalektiğin iki uğrağı vardır; çelişki ve uyum. Çelişki, tez ile antitezin karşı karşıya oldukları uğraktır. Uyum ise, onların bir sentez halinde uyuma kavuştukları uğrak. Adorno, kendi negatif diyalektiğini haklı çıkarmak için, diyalektiğin sanki bir tür danışıklı dövüş olduğunu ileri sürer. Çünkü diyalektikte sanki kalıcı olan uyumdur da, çelişki de ona ulaşmak için biraz vakit geçirilmesi gereken bir mekan. Sanki bir bekleme odası. Hani tıpkı ev ile yol gibi. Ev sanki bir uyum mekanıdır. Öznenin hep ulaşmaya çalıştığı, içinde kendisini kendisi gibi hissettiği, kendisi ile özdeş olduğu, yani uyuma kavuştuğu yer. Yol ise, tıpkı çelişki gibi, özdeşlikten nasibini almamış, tekin olmayan, yaşanması gereken, ama aynı zamanda çabucak bitivermesi gereken bir süreçtir.

Felsefenin ne olduğu biraz da bu yol ile ev ilişkisinin ya da geriliminin nasıl çözüleceğine bağlıdır. Tabi eğer çözülebilirse. Yok eğer bu mesele çözülemezse, o zaman felsefenin ne olduğu yine belirlenememiş olacaktır. Bu bir kayıp mıdır, yoksa kazanç mı? Felsefe mekansallaştırılabilir mi? Felsefe bir eve ulaşabilir mi? O evde uzun süre ikamet edebilir mi? Orada mutlu olabilir mi? Felsefe huzur bulabilir mi? Huzura ulaşmış felsefeye artık felsefe denebilir mi?

Bu sözler içinde en net olan Jaspers’in sözüdür. Felsefe yolda olmaktır; hiçbir yere yerleşememektir; sürekli bir maceradır. Felsefe yersiz yurtsuzluktur; amansız bir göçebeliktir. Felsefe evine hiçbir zaman ulaşamaz. Felsefe sadece aramaktır; aradığını bulamayacağı bile bile aramaktır. Felsefe hakikate varamaz; o hep eksik olmakla yazgılıdır. Jaspers haklıdır. Novalis’in sözü ise sanki, Jaspers’in sözünün karşıtı bir anlam taşıyormuş gibidir. Felsefe evde olmak ister. Yani mutlak olana, hakikate varmak ister. Ancak gözden kaçırılmaması gereken şey, Novalis’in sözünde “eve dönmenin” ya da “evde olmanın” bir arzu olarak tanımlanmasıdır. Aslında Novalis’e göre de, tıpkı Jaspers de olduğu gibi filozof bir yolcudur. Filozof sıla hasretine mahkumdur. Ancak bu amansız yolcu, bir yandan da, eve dönmek, evde olmak ister. Ev dışında evde olmak mümkün değildir. Novalis’in sözünde bu açmazın bir itirafı sözkonusudur. Novalis’e göre, felsefe yolcu olmakla, evde olma arzusunun biraradalığıdır. Filozofun evi otel odalarıdır. Otel odası hem evdir hem değildir. Otel odasında genelde valizinizi hazır ettikten sonra uyursunuz. Gece yatağa girerken, sabah gideceğinizi bilirsiniz. Ertesi sabah olmasa bile bir sonraki sabah ya da bir sabah. Yani Novalis de haklıdır. Heidegger ise, bir adım daha ileri gider ve eve dönülse bile özdeşliğin mümkün olmadığını ifade eder. Eve dönebilse bile filozof artık yola çıkan kişiyle aynı değildir. Dolayısıyla dönülebilecek bir ev yoktur artık. Herkesin yolu kendi evidir. Eve dönen artık başka biridir; ötekidir. Heidegger de haklıdır. Wolfe sanki Heidegger ile hemfikir gibidir. Aslında gidilecek bir ev bile yoktur. Lukacs ise işi fazla uzatmaz. Daha yola çıkıldığında yolculuk bitmiştir. Road to nowhere! Bırakın evi, gidilecek bir yer de yoktur aslında.

Hakikat, sanıldığı gibi, bizim dışımızda, tarafımızdan keşfedilmeyi bekleyen bir şey değildir. Hakikat daha çok bizim oluşturduğumuz, oluşmasına katkıda bulunduğumuz bir şeydir. Hakikat bir olasılıktır; bizim olduğumuz, olabileceğimiz, olmak istediğimiz şeydir. Hakikat çoğu zaman varılmak istenen bir yer gibi düşünülür. Ama aslında hakikat yolculuğun ta kendisidir. Felsefe bir mucizenin peşinde olmaktır. Felsefe hem hakikat arayışıdır hem de hakikate ulaşılamazlığın göstergesidir. Felsefe, bugün hala varsa, aradığını bulamadığı içindir. Bu eksiklik, tamamlanmamışlık niteliği felsefeyi hem erteler hem de mümkün kılar. Erteleme, hem sonraya atma hem de vazgeçmemedir. Hakikat evden çok yoldur.

Felsefe ilk filozof Thales’in kimliğinde kendi trajedisini bulur. Thales’e atfedilen iki öykü vardır. İlkinde Platon Theaitetus diyalogunda Thales’i yıldızları incelerken önünde bulunan kuyuyu görmeyerek içine düşen, dalgın, dış dünyadan tamamen uzak biri olarak takdim eder. İkincisinde Aristoteles ilkine göre tamamen farklı bir Thales portresi çizer ve onu spekülasyon ustası başarılı bir iş adamı olarak gösterir. Thales, rivayete göre, bir zeytin yılını önceden keşfederek bütün parasını zeytinyağı makinelerine yatırmış ve o yıl ürün bol olunca bu makineleri fahiş fiyattan kiralayarak büyük bir servet edinmiştir. Aslında Thales’e atfedilen birbirlerine tam anlamıyla zıt bu iki nitelik felsefenin kendisine aittir. Felsefe ilk filozofun kaderinden, ilk filozof da felsefenin günahından kurtulamamıştır. Felsefenin trajedisi ufka bakarken önündeki çukuru görüp görmemekle, çukuru doldururken ufku yitirip yitirmemek arasında kalmasıdır. Felsefe her zaman ufka dairdir. Ufuk hep önde, fakat ulaşılmazdır. Filozof ne kadar yaklaşmaya çalışırsa çalışsın, o hep uzakta kalır. Çünkü adı üzerinde o ufuktur. Yeryüzüyle gökyüzünün birleştiği nokta. Ancak herkes bilir ki, aslında ufuk yoktur, çünkü yeryüzüyle gökyüzü gerçekte hiçbir zaman birleşmez. O halde felsefe nafile bir uğraştır. Varolmadığı bilinen bir şeyin peşinden koşmaktır. Felsefe aynı zamanda şimdiye dairdir. Felsefenin bu iki kimliği birbirinden kopuk değildir tıpkı Thales’de birleştikleri gibi. Çukurları dolduracak en bereketli toprak ufuktan devşirilir. Gerçekte varolmayan ufuk böylece çok büyük iş görür. Felsefenin trajedisi ona yakışır; hatta onu ölümsüz kılar. Varolmayanın ardındaki felsefe, kendini gerçekleştirmek ister, ama bunu hiçbir zaman başaramaz. Bu da onun en zayıf ve güçlü noktasıdır. Gerçekleşmek felsefenin ölüm fermanıdır; ölümsüzlüğü de hiç gerçekleşmeyerek kazanır.

Freud, insan ruhunu üç parçaya ya da etkinliğe bölmüştür; öteki iki parçayı denetlemeye yarayan süper-ego; bilinçli arzuların alanı ego ve bilinçdışı güçlerin karanlık odası id. John Fowles’a göre ise buna dördüncü bir öğe eklenebilir; nemo. Kastedilen sadece “hiçkimse” değil, aynı zamanda hiç kimse olma durumu, hiçkimseliktir. Süper-ego, ego ve id en azından insanın benliğine büyük ölçüde elverişli görünürler ve hem bireyselliği hem de türü korumaya yardım ederler. Ama nemo kamptaki düşmandır. Bendeki ötekidir. Nemo, bir insanın kendi boşunalığının ve geçiciliğinin farkında olmasına işaret eder. İnsanın göreliliğine, hiçliğine bilincinde yer vermesidir. İroni, John Fowles’in nemo kavramında olduğu gibi, öznenin ötekini içine almasıdır sanki.[1] Hiçkimse bir hiçkimse olmak istemez. Bütün edimlerimiz kısmen yüreğimizin derinliğinde hissettiğimiz boşluğu doldurmak ya da maskelemek için tasarlanır. İronik konum tüm bunlara tahammül etmektir, bunlarla birlikte yaşamaktır. Nemo özneyi her türlü rüzgara duyarlı hale getirir.

Nemo, ego kadar zorunlu, evrimleştirici bir güçtür. Ego, kesinliktir, olduğum şeydir; nemo gizilliktir, olmadığım şeydir. İroni ise bu ikisinin birlikteliğidir.[2] İroni kendini inşa eden özne için bir olanaktır. Bir yaşam tarzı olarak ironi, tekil bir kimlikten çoğul bir kimliğe açılan bir kapıdır. Özne, ironiyle olduğundan farklı görünebilir. İroni özneyi özgürleştirir. İronik kimlik özdeşliğin farklılığa dönüşmesini sağlar. Yaşamının tüm kritik dönemeçlerinde aklıyla davranmış biri için duygularıyla alınmış kritik bir karar ironik bir durumdur. İroni öznenin hem akılcı hem duygusal, hem iyi hem kötü, hem acımasız hem vicdanlı olabilmesini sağlar. Modern yaşam içinde özne için en güvenli sığınaklardan biri ironidir. İroni, öznenin bir ayağı sürekli olarak kendilik bilincinde kalarak diğer ayağıyla farklı kimlikler arasında dolaşabilmesidir. Eğer öznenin ayaklarından biri bu farklı kimliklerden birinde takılıp kalırsa ve geri dönemezse ironi kontrolden çıkar.

Bu nokta, aynı zamanda ironinin melankoliye ve belki de daha ötesine açıldığı noktadır. Melankolinin özü sabit kalamamaktır; sürekli dönüşüm halinde olmaktır. Melankoli, yaşamın öznesi ya da nesnesi olmaya gönülsüz olmaktır. Belki de melankoli, bir hastalık değil, bir olanaktır; bir yaşamla başa çıkma biçimidir. Melankolik özne, tıpkı bir sanatçı gibi, yaşamını tasarlayan bir öznedir. Melankolikler yaşama eğilirler, yaşama hakim olmak istemezler. Melankoli, kederin ya da elemin refakatinde yaşamaktır. Melankoli bir tür ertelemedir. Ne kabuldür ne vazgeçiş. Melankoli aynı zamanda bir tür ısrardır. Hem kabuldür hem de vazgeçiş.[3]

Günümüzde melankoli pek kullanılmayan bir terim kavram haline gelmiştir. Bugün artık söz konusu olan depresyondur. Melankoli de sanki, depresyonun arkaik bir biçimidir. Oysa, belki de melankoli depresyonla aynı şey değildir. Melankoli belki de depresyonun ilacıdır. Melankoli, içedönük bir ara veriştir, insanı yeni olana, yeni bir yaşama ve yeni etkinliklere hazırlar.[4] Aristoteles’in sorduğu soru pek de kolay unutulmuştur sanki, “Filozof olsun, devlet adamı, şair ya da sanatçı olsun niçin bütün üstün nitelikli insanlar belirgin bir şekilde melankoliktir?” Felsefenin melankoliyle ilgisi tam da bu noktadadır. Felsefe melankolik özneler talep eder. Felsefe ancak melankolik bir zeminde mümkündür. Mutlak normal ve mutlak anormal zemin felsefeye uygun değildir. Felsefe “normal bir anomali”[5]ye yani melankoliye gereksinim duyar. Filozof bir ayağı normalde, diğeri anormalde yaşayandır. Zeminin kayganlığı felsefeyi mümkün kılar. Kaygan zeminde ayakta durma çabası dışardan, uzaktan dansmış gibi görünür. Kimileri de felsefeyi “Nietzsche’nin dansı” olarak tanımlıyor zaten.

Melankolik tutarlı, bütünlüklü bir kimliğe sahip değildir. Kim-lik sadece özdeşlik değildir, aynı zamanda farklılıktır. Dilimizde “kim-lik” sözcüğü bir soru barındırır. Kim? Batı dillerinde ise, kimlik özdeşliktir, aynılıktır. Türkçede kim-lik bir huzursuzluğa açılır. Batı dillerinde ise huzura kapanır. Aslında kimlik her ikisini de içerir. Belki de üniter bir özne mevcut değildir. Belki de her kim-lik bir federasyondur. Melankolik, federatif bir kimliğe sahiptir. Belki de her kimlik bir konfederasyondur. Şizofrenik, konfederatif bir kimliğe sahiptir.

Hekimlerin bir kısmı sigara içer, bir kısmı içmez. Ancak bütün hekimler hastalarına sigara içmemeyi tavsiye eder. Sigara içmeyen hekimlerin, hastalarına sigara içmemeyi önermelerinde bir sorun yoktur. Ama ya sigara içen hekimler? Onların aynı şeyi yapması bir tutarsızlık mıdır? Hekimin sorumluluğu tutarlı olmak değil, hastasını iyileştirmektir. Ancak yine de sigara içen hekimler hastalarına sigara içmemeyi önerirken sigara içmezler genellikle. Bunun nedeni sadece inandırıcılığı yitirmemektir. Aynı şey ruh hekimi için de geçerlidir. Bir ruh hekimi, hastasına önerdiklerini kendi yaşamında uygulamakla yükümlü değildir. Hekimin yaptığı işle, kendi varoluşu arasında bir koşutluk zorunluluğu yoktur. Hekim, hekimlik yaparken kendisi olmak zorunda değildir. Ama ya filozof? Filozofun kendisi olmadığı bir an var mıdır? Filozof hep filozoftur; günde yirmi dört saat, haftada yedi gün, yılda elli iki hafta. Daha önce de ifade edildiği gibi, felsefenin temel düşünüm nesnesi kendisidir. Filozof felsefesine dahildir ya da felsefesi filozofun ta kendisidir. Filozof, kendini felsefeyle ortaya koyandır; felsefe onun kimliğidir. Ve bu kimlik melankolik, hatta şizofreniktir.

Her felsefe öncelikle felsefeye dairdir. Her felsefe biraz felsefenin felsefesidir. Felsefe sorun çözmekten çok sorun yaratır. Felsefe tarihinde hiçbir sorunun tam olarak çözüldüğü görülmemiştir. Felsefe tarihi çizgisel değil döngüseldir. Felsefe philosophia perennis’tir; yani hep yeniden felsefe. Bunun en güzel ifadesi Whitehead’in bir sözüdür. Şöyle der Whitehead: “Tüm felsefe tarihi Platon’a dipnottur.” Felsefe hala Platon’u aşamamıştır. Bu bile tek başına yeterince depresif bir durumdur.

Depresyon tıbbi bir terimdir, melankoli ise felsefi. Hekim depresyonu aşmak ister. Filozof ise melankoliye tutunur. Hekim koltuktaki, filozof divandakidir. Hekimin mesleki düşünümü araçsaldır. Dolayısıyla o, her zaman, düşündüğünün bilincinde değildir. Filozof ise, ne yazık, her zaman düşündüğünün bilincindedir. Filozofun işi düşünmektir. Melankoliğin de. Filozof nedensiz düşünür. Melankolik de. Melankoli filozofun alın yazısıdır. Bir arkadaşımın bana bir gün şöyle dediğini hatırlıyorum: “Su içerken bile su içtiğimin bilincindeyim”. Böylesi bir kişi ya bir filozoftur ya da bir melankolik. Belki de ikisi birden.

Yolculuğa dönüş bileti olmadan çıkılır. Öteki türlüsü turizm olur. Turist kendini ve dünyasını evinde bırakarak çıkar. Yolcu ise kendini ve tüm dünyasını valizine sığdırır. Yolcu dönmek için yola çıkmayandır. Yolculuk, hep dönüp durmaktır. Dönüş bileti turistin kendilik bilincidir. Yolcunun kendilik bilinci ise yolun ta kendisidir. Turist yolda “öteki”ni arar, yolcu ise kendini. Turist hep “tipik” olanla ilgilenir. Çünkü “tipik” olan hep “öteki”dir. Kendisi ise “farklı”dır. Yolcu ise hem kendisi hem ötekidir. Yolcu “kendi”nin “öteki”lerden oluştuğunu bilendir. Yolcu kendinde ötekini, ötekinde kendini arayandır. Yolcu arar. Turist bulur. Aramak ile bulmak arasında bir ilgi yoktur. Bulanlar genelde aramayanlardır. Arayanlar ise bul(a)mayanlar. Örneğin Hegel bir evcidir. Şöyle der: “…artık evimizdeyiz ve fırtınalı bir denizde uzun bir yolculuktan sonra bir denizcinin yapması gerektiği gibi, görünen sahili selamlamalıyız.”[6] Nietzsche ise tam bir yolcudur: “Karayı terk ettik ve gemilere bindik! Arkamızdaki köprüleri yıktık ve daha da önemlisi karayı gerilerde bıraktık! Şimdi, küçük gemi! İlerlere bak!…Artık ‘kara’ yok!”[7] Ancak Hegel bile Tarih ve Akıl’da yolun melankolikliğini teslim eder: “Her yolcu (bu) melankoliyi duymuştur.”[8]

Filozof yolcudur. Melankolik de. Şizofrenik de. Melankolik arada sırada da olsa bir evi özler. Şizofreniğin ise özleyecek bir evi bile yoktur. “Felsefe yolda olmaktır” demek filozofun melankolikliğini iddia etmektir. Dönülecek bir evin bile yokluğu, benliğin ötekiliğe, hiçkimseliğe, hiçliğe dokunması aslında şizofreniye dairdir. Dolayısıyla Novalis ve Jaspers felsefeyi melankoliyle, Heidegger ile Wolfe da sanki şizofreniyle ilişkilendirirler. Her yolculuk bir isyandır. Huzura, özdeşliğe tahammülsüzlüktür. Özdeşsizliğe özlemdir. Felsefe bazen hatta çoğu zaman gidecek bir yeri olmadan yola çıkmaktır. Sadece yolculuk için. Yolun hakkını vermek için. Felsefenin hakikati daha çok ıssız otel odalarıdır. Filozof otelde, o otele giriş yaparken resepsiyoncunun “Ne kadar kalacaksınız?” sorusuna verdiği yanıttan genellikle daha az kalır. Nedeni sorulduğunda da tek bir yanıtı vardır: “Yolcu yolunda gerek”.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu