1960’lara ait bir sanat akımı ve bu akımdan bir sanatçı hakkında bilgi verir misiniz?

1960’lara ait bir sanat akımı ve bu akımdan bir sanatçı hakkında bilgi verir misiniz?
1960-1980 ARASI AVANGARD AKIMLAR

Tüketim toplumunun doğuşu, savaş sonrası yeni bir kuşağın yoğun bir biçim de toplumsa sahnede yerini alması, ama aynı zamanda insan bilimlerinde ki ilerlemeler ve bunların düşünce ve sanat olayları üstündeki etkileri gibi sonderece farklı nedenlerden kaynaklanan çok sayıdaki etmenin baskısıyla, 1960’lı yılların sanat tarihi, güçlü değişim hareketlerine sahne olur.


Avrupada olduğu kadar ABD’de de, biçimsel düzenlenişlerinde tıpatıp aynı olmasa da, sanatı resim ve heykel gibi geleneksel alanların dışına çıkarma tutkusunu ortak bir biçimde paylaşan sanat akımları gelişir.Bu durumda, geleneksel estetik kategorilerinin sosyal değişimleri anlamlandırmaya elverişli olmadığı, barışın ve bilginin paylaşılmasının harekete geçirdiği uluslararası kültür konusunda ki yeni beklentileri tek başına dile getirmekte yetersiz kaldığı ileri sürülür.
Her türlü tabu yıkılırken, sanat, psikanaliz ve sosyolojinin tkisiyle, yeni alanlara açılır: tuval gövdenin yedeği olarak görüldüğünden. sanatçı her türlü kaçamağı inkar ederek ve anlatım yollarını yeni sınırlara taşıyarak, bazen kendi bedeni üstünde çalışır; tablo çerçevesi, baskıcı toplumsal bir düzenin de çerçevesi olarak tanımlandığından, çerçevesinden kurtulup ögürleşen bir tuval, sanatın yeni yöneliminde bir eleştri aracı haline gelir.Bu akım, uluslararası bir nitelik taşır ve birbirine paralel yollardan geçerek 1975’lere kadar gelişimini sürdürür; daha sonrada müzelerin çağdaş sanat bölümündeki yerini alır.

MİNİMAL SANAT

MİNİMAL ART, SOYUT SANATIN ULAŞTIĞI SON NOKTA DEĞİLDİR. TEMEL BİR NESNE ARACILIĞI İLE, SEYİRCİ VE ONU ÇEVRELEYEN MEKAN ARASINDA YENİ BİR İLİŞKİ BAŞLATMAYI AMAÇLAR.

Jacskson Pollock, Willem De Koonibg,Mark Rothko ve daha bir çok Amerikalı dışavurumcunun lirik soyutlamada gösterdiği olağanüstü başarının ardından, New York piyasasını bir rsim bolluğu sarmıştı.1950’li yılların sonundan itibaran.Frank Stella durumu böyle değerlendiriyordu, bu da onu,çok fazla kişisel ve fazla inandırıcı olmayan anlatımlardan kaçınmak için bilerek yansız, hatta soğuk geometrik yapılar oluşturmaya yöneltti.Stella her ne kadar Kenneth Noland veya Ellsworth Kelly gibi resmin önceliğini savunursa da,Don Judd, kendi hesabına, resim ve heykel arasında ki geleneksel sınırları aşmayı dener: yalın bir modülün sistemli bir biçimde tekrarlanması ile her türlü plastik kuruluş biçimlerine karşı çıkar ve renklendirerek sunduğu “üç boyutlu özgül nesne” adını verdiği kavramı geliştirir.
Güdülen aman, son derece bağımsız bir biçimde ve izleyenin olabildiğince dolaysız algılamasına sunulan nesnenin saf niteliğini öne çıkararak, sanatçının varlığını en az düzeye indirmektedir.
Aynı dönemde, ressam Ad Reinhardt(1913-1967) dokuz eşit kareye bölünmüş ve tek renkli siyah karelerden oluşu,sanatın ancak sanat için olabileceğinikendini herhangi birşye bağlı olmaksızın, sanatın saf ve tek işlev içinde tanımladığı Son Resimler’ini sergiler.Bu olağan dışı kopma, Robert Morris’i, mekan içine yerleştirdiğinde, kendinden çok estetik çevrenin uyandırdığı ilgiyle izleyiciyi kendisiyle baş başa bırakan çok yalın hacimler yapmaya itti.Benzer bir yöntemle,Sol Lewitt,”öznelliğin tuzağından kaçınmak” ve sanatçının kişisel duygularından bağımsız, izleyiciyi özgür kılan özerk nesneler üretmek amacıyla, mantıksal önermeler geliştirdi.Plana göre bir zanaatçıya yaptırttığı beyaz yüzlü küpleri, dolaysız bir sessizlik yaratan ve son derece geniş bir yayılım gösteren sayısız düzenlemeler halinde ortaya çıkar.

KAVRAMSAL SANAT

1960’larda artık kendilerini alışılageldik sanat eseri biçiminde göstermeyen sanat eserleri için kullanılmaya başlanmıştır. Fikir sanatı olarak da geçer. Kavramsal sanatçılar, bir resim veya heykel yapmak üzere yola koyulup bu amaca yönelik fikirler üretmek yerine geleneksel gereçlerin ve biçimlerin ötesinde düşünüp fikirlerini uygun malzemeler ile ifade etme amacı güderler. Klasik anlamda resim veya heykel tarzı nesneler, ticari mal olmaya elverişli olduklarından sanatsal yaratı ve beğeninin dışında tutulur.
İlk olarak 1960’ların başında Henry Flynt tarafından bir Fluxus yayınında kavram sanatı olarak anılmıştır. Kavram sanatı, Joseph Kosuth ve Art&Language grubu tarafından daha sonra farklı anlamlarda kullanılmış, 1970’lerden itibaren ise ‘kavramsal’ kullanımı yaygınlaşmıştır.
Kavramsal sanatta öncelik kavramda olduğundan ve metin (anlatı) ile de yakından bağlantılı olduğundan, bu sanat üretim şekli kendini her biçim ve malzemede gösterebilir. 1960’lardan itibaren özellikle performans sanatı, arazi sanatı, Arte Povera eğilimleri yaygınlaşmıştır. Bazı kavramsal sanat eserleri atık, buluntu nesneler, karalamalar, yazılı ifadeler veya kılavuzlardan oluştuğu gibi fotoğraf, film ve video da kullanılan gereçler arasındadır. Temel olarak 1960 ve 70’lere ait bir akım olmasına rağmen hala etkisi büyüktür.

YOKSUL SANAT (ARTE POVERA)

İtalya’da 1960’ların sonlarında sanatçılar yalnızca resmî, endüstri ve kültür kurumlarına karşı çıkmakla kalmayıp, sanatın bireysel bir ifade olarak varolmasının etik bir nedeni olup olmadığını da soruşturmaya başlamıştı. Düşünsel ve tasarımsaldan kaçınarak, doğanın, yaşamın ve davranışların temellerine ulaşmayı hedefleyen bu sanatçılar, sanat nesnesi yerine, yaşam koşullarına verdikleri önemle yalnızca gerçek olanı duyumsamak, bilmek ve ortaya koymak istediler. Yoksul Sanat bir akım olarak ilk kez 1967’de, Giovanni Anselmo, Alighiero Boetti, Jannis Kounellis, Mario Merz, Michelangelo Pistoletto, Emilio Prini ve Gilberto Zoria’nın Cenova’da katıldığı bir sergide ortaya çıktı.
Topluluğun sözcüsü ve sergi düzenleyicisi Germano Celant, olagelen sanat pazarından ve kurulu güç dengelerinden bağımsız bir sanatı savunuyordu. Celant, sanatçıların, doğa öğelerini vurgulayan, yargılayan ya da değiştiren imgeler yaratan birer ressam ya da heykelci olarak çalışmaları yerine, doğal öğelerle ilişkiye geçip, onların bir parçası olmaları gerektiğini öne sürüyordu. Sanatın, yaşam sanatını öğrenmek için deneysel bir durum işlevi gördüğü inancını John Cage’le de paylaşan Celant, sanatçıların, kendi doğal hareketlerini, belleklerini ve bedenlerini deneyimleyip anlayabilmeleri için, bakır, toprak, su, ırmak, kar, ateş, ot, hava, taş, elektrik, uranyum, gökyüzü, yerçekimi, ağırlık, büyümek ve yükseklik gibi yaşayan maddeleri düzenleyen bir büyücü/simyacı olması gerektiğini savunuyordu. Celant’a göre sanatçının bunu yapabilmesi için doğayı algılaması, duyumsaması, soluması, gezmesi, anlaması ve doğayla ilişkiye geçmesi zorunluydu ve kendisine zorla kabul ettirilmeye çalışılan toplumsal sistemin üstesinden ancak böyle gelebilirdi.
İtalyan sanatçı Mario Merz (d.1925), sanatçının kültür ile organik dünya arasındaki aracılık işlevini gösterebilmek amacıyla, doğal öğeler ile kentsel kültürü kaynaştırmıştı. Merz bir göçer gibi farklı yerlere giderek sınırları aşmış ve çalışmalarında yerli malzemelerden yararlanarak ulusal, kültürel ya da ideolojik sınırları aşındırmıştır. 1968 tarihli Giap İglu’ da

görüldüğü gibi Merz, insanı dış dünyadan koruyan bir efsanevi yapı olarak temel iglu biçimini, soyut göçer kavramı ile ilişkilendirmiştir. Doğadaki sürekli değişimi simgeleyebilmek için, her sayının önceki iki sayının toplamına eşit olduğu Fibonacci dizisi biçimindeki neon ışıklarından yararlanmıştır. Merz bu sayı dizilerini 1971 tarihli İguana’da olduğu gibi, iguana, timsah ve gergedanla birleştirerek, ilk çağı dile getirmiştir. Merz çalışmalarında bütün simgelerin doğaya eşit olduğunu göstermeye çalışmıştır.

Bir diğer örnekte ise;
Yunan sanatçı Jannis Kounellis (d. 1936), birey ile doğa arasındaki bağı irdeleyerek, sanat deneyimini daha gerçek kılmıştır. Sanatçının belki de gerçekleştirdiği en devrimci eylemi, 1969’da Roma’daki Attiko Galerisi’nde 11 canlı atı birbirinden eşit aralıklarla yan yana yerleştirmesidir.

ULUSLARARASI FLUXUS
“DÜNYAYI DÖNÜŞTÜRMEK İÇİN İNSANI DEĞİŞTİRMEK” ŞİMDİYE KADAR HİÇ BİLİNMEYEN İLETİŞİM BİÇİMLERİ ORTAYA KOYAN SANATIN PAROLASI İŞTE BUDUR.
Fluxus (Latince: akmak kelimesinden), ilk olarak 1960 yılında Litvanyalı-Amerikalı sanatçı George Maciunas tarafından John Cage’in 1957-1959 Back Mountain College’daki “deneysel kompozisyon” derslerine katılan sanatçılar ile tanışması sonrasında oluşturulmaya başlanmış uluslararası bir avant-garde gruba verilen addır. Fluxus’ın avant-garde bir grup olarak değerlendirilmesi konusu tartışmalıdır. Avangardizmin 1960’larda neo-avangardizm ya da transnasyonel bir estetik yaklaşımla yok olduğu ileri sürülebilir.
Fluxus, ilk olarak George Maciunas, Almus Salcius, vd. New York’ta ikamet eden Litvanyalıların, bir dergi çıkarmak amacı ile Litvanyalılar Kültür Derneği’ne teklif etmelerinde buldukları isimdir.(Bu dergi hiç çıkmamıştır). Maciunas’a göre Fluxus’un amacı “sanatta devrimsel bir gelgitin oluşmasını sağlamak, yaşayan sanatı ve karşı sanatı (anti-art) yaymak” idi. Bu açıdan Fluxus, Dada ile yakından ilişkilendirilebilir. Zamanın çoğu avant-garde sanatçısı Fluxus içinde yer almıştır. Bunlar arasında Joseph Beuys, Yoko Ono, Nam June Paik sayılabilir. Tabii bu isimler Joseph Beuys’un zaten kendisinin Fluxus dışında da oldukça tanınmış olması; Yoko Ono’nun birazda John Lennon ismi ile anılması ve Nam June Paik’in de (Fluxus öncesinde de oldukça tanınan) video sanatının kurucusu olması bakımından ön planda yer alan isimlerdir. Bunların dışında Dick Higgins, Alison Knowles, Robert Filliou, Henry Flynt, George Brecht, Robert (Bob) Watts, Mieko (Chieko) Shiomi, Takako Saito, Ay-O gibi daha bir çok ismi saymak mümkündür. Nicelik açısından Fluxus’a bakıldığında toplamda 40 ya da 80 kadar merkezi sanatçı figürünü görmek mümkündür. Nihai olarak ise sanatçılar, küratörler, akademisyenler, galeri sahipleri, koleksiyonerler vs.den oluşan yaklaşık 360 isimden bahsetmek olasıdır. 1960’ların çoğulculuğuna yol açması açısından önemli olup etkisi günümüzde de sürmektedir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu